BİLİMDE YÖNTEM -II- “Bilgi kuramı ya da bilimsel araştırma mantığı yöntem öğretisidir” “İlke olarak bilim oyununun sonu yoktur. Günün birinde bilim önermelerini artık daha fazla sınamayıp, onları bütünüyle doğulanmış kabul eden oyundan atılır.” Karl Popper Bu yazı dizisinin birinci bölümünde yöntembilim konusunda genel bir giriş yapmıştım. Bilim felsefesi alanında Viyana Çevresi ve mantıksal pozitivizm, yanlışlamacılık ve eleştirel akılcılığı ile Karl Popper ve bilimsel devrimlerin yapısına dair farklı görüşleriyle Thomas Kuhn gibi akımlara kısaca değinerek sosyal bilimler ve fen bilimlerindeki yöntembilim sorunlarının taşıdığı öneme kısaca değinmiştim. Bu ikinci bölümde yirminci yüzyılda bilim felefesine damgasını vuran pozitivizmden Karl Popper ve yanlışlamacılık üzerinde daha ayrıntılı duracağım. YANLIŞLAMACILIĞA GİDEN YOL - pozitivizm (olguculuk) Pozitivizm bilginin kaynağını gerçekler dünyasında gören, akıl ve sezginin bilgi kaynağı olmadığını düşünen, deney ve gözlemden hareket ederek genellemelere giden bir akımdır. Pozitivizmin belirgin özelliği teoloji ve metafiziği dışlamasıdır. Bugün bilim ve teknolojide ulaşılan düzeye ulaşılmasında ve modern yaşam tarzının oluşmasında büyük etkisi olan pozitivizmi sadece felsefede bir ekol olarak değil yaşamın pek çok alanında etki yapmış bir genel düşünce dizgesi olarak da düşünmek mümkündür. Pozitivizmin tarihsel temeli İngiliz deneyci Francis Bacon’a (1561 - 1626) kadar götürülebilir. Bacon, deney ve gözlemin bilimde yöntem olarak kullanılmasını savunmuştur. Bugün bize çok doğal görünen deney ve gözlemin Bacon’a kadar uygulanmadığının, bilgi edinmenin tek yolunun binlerce yıl sadece akıl olduğunun altını çizmemiz gerekir. Örneğin, Aristotales kadınların diş sayısının erkeklerden az olduğunu düşünüyormuş. O yıllarda deney ve gözlem gibi bir yöntem bilinmediği için de açıp saymak aklından geçmemiş. İşte bu nedenledir ki Bacon modern bilimin kurucuları arasında adlandırılmayı haketmektedir. Bacon, Novum Organum isimli kitabında şöyle demişti. “İnsan, hakimi ve yorumlayıcısı olduğu tabiatı hem nesneleri hem de zihni inceledikten sonra ve yaptığı gözlemeler kendisine izin verdiği ölçüde anlayabilir ve onunla baş eder. Aksi halde ne daha fazlasını bilir ne de daha fazlasını yapabilir.” (birinci kitap madde 1) “Şimdi var olan mantık sistemi, gerçeği araştırmaktan ziyade gelişigüzel kavramlar üzerine kurulan kökleşmiş hataları onaylamaya ve kuvvetlendirmeye yarar bu nedenle de faydalı olmaktan çok, zararlıdır. “ (birinci kitap madde 12) Bu cümlelerdeki en can alıcı nokta, bahsedilen dönem mantığının gerçeği aramak değil var olanı onaylamakta olduğunu dile getiriyor olmasıdır. Bu sözlerin 17. yüzyılın başlarına ait olduğunu unutmayalım. Yani skolastiğin egemen olduğu yılların ve yeni yeni geride bırakıldığı dönem. Biliyoruz ki, bilgi tarihinde batının skolastik dönemi başlı başına ayrı bir kesittir. Çünkü o dönemde bilginin sınırlarının aşkın bir varlık tarafından çizildiği varsayılır. Aşkın ya da yaratıcı irade, sınırları, yani neyin ne kadar bilinip bilinemeyeceğini belirlemiştir (Gencay Şaylan, 1999). Yani tanrıbilimsel bir dönem söz konusudur. Bu varsayıma göre insan bilgisinin artması veya bilinmeyenlerin bilinen alana alınması söz konusu değildir. Birey edilgen konumda olup, aşkın varlığın izin verdiklerini şablonlar halinde belleğine almak dışında eylemsizdir. Pozitivizm terimini felsefe ve bilim dünyasıyla ilk tanıştıran kişi Fransız felsefeci Saint-Simon’dur. Ancak pozitivizm denilince akla ilk gelenlerin başında 19. Yüzyıl Fransız düşünür – sosyolog Auguste Comte gelir. Her ikisi de pozitivizmi toplumsal olaylara / olgulara uygulamak istemişlerdir. August Comte doğa bilimlerinin başarılı yöntemi olan pozitivizmin toplumbilimlere de uygulamasını önerirken, tüm toplumsal olaylara uygulanabilecek bir formül tahayyül etmişti. Bu yazıda pozitivizmi 19. yüzyılda Augusto Comte’nin sistemleştirdiği pozitivizm olarak değil, 20. yüzyılda Viyana Çevresi olarak bilinen çevresinin geliştirdiği ve daha çok bir bilim felsefesi olarak kullanacağız, yani Mantıksal Pozitivizm olarak. Bu akım Yeni Olguculuk (Neo Pozitivizm) veya Mantıksal Amprisizm olarak da adlandırılır. 20. yüzyıl başlarında bilimde ve felsefede büyük etkiler yaratmış, mevcut bilim ve teknolojinin ve bilgi toplumu olarak adlandırılan dizgenin oluşmasında da önemli etkisi olmuştur. Daha sonraki yıllarda Mantıksal Pozitivizm pek çok akım tarafından yoğun olarak eleştirilmiş olsa da günümüzde halen gücünü korumaktadır. Doğrulama Fizik, matematik, psikoloji ya da sosyoloji gibi pek çok farklı disiplinlerden gelen bilim insanları 1922 yılında Viyana Üniversitesinde toplantılar yapmaya başladılar. Çevrenin kurulmasına Moritz Schlick önderlik etti ve onun ölümüne kadar da bilim ve felsefe dünyasında büyük etki yaptılar. Şunu söyleyebiliriz ki klasik bilim anlayışı Viyana Çevresinin geliştirdiği mantıkçı pozitivizm doğrulama ilkesine dayanır. Mantıksal Amprisitlere göre anlamlı önermeler mantıkça ve gözlemle doğrulanabilir olanlardır. Bu görüşe göre, “doğrulanabilirlik” bir kuram için en önemli özellik olarak karşımıza çıkar. “Bir ifadenin, bir görüşün veya bir yargının geçerli olarak kabul edilebilmesi onun denetlenebilir, doğruluğu ispatlanabilir, kısaca doğrulanabilir çıkmasına bağlıdır. “ (Şafak Ural, 2006). Viyana Çevresinin felsefesinde bilginin kaynağı akıl ve sezgi olamaz. Çevrenin temel çabalarından biri de bilimden ve felsefeden metafiziği dışlamaktır. Bilginin kaynağı fiziksel dış dünyadır. Deney ve gözlemle elde edilen verilerden hareketle tümevarımcı yöntem kullanarak genellemeler yapılır. Mantıksal pozitivizmde doğrulama, mantık ve anlam belirgin olarak öne çıkan kavramlardır. Viyana Çevresi geleneksel felsefeyi kıyasıya eleştirmiştir. Çevre düşünürlerine göre, spekülatif felsefe dedikleri ve sözde konularla uğraşan bu felsefe artık bırakılmalıdır. Bunun için de deney ve gözlemle doğrulayamayacağı önermelerle uğraşmak yerine, bir dil analizi işlevine geçmelidir. Tümevarım ve Sorunlar Tek tek nesneler veya olgulardan hareketle elde edilen verileri değerlendirerek genellemeye gidilmesi işlemi tümevarım (indüksiyon) olarak adlandırılır. Ancak bu kadar basit haliyle indüksiyon ciddi sorunlarla birliktedir. Bu sorunlara kısa örneklerle bakalım. Birisine “Etrafa bak ve gözlemlerini kaydet” dediğimizde “neyi gözleyeceğim” sorusuyla karşılaşırız. Demek ki önce ortaya bir önerme konulmalıdır. Örneğin “güneş patlamalarından yayılan parçacıklar vardır” önermesi ortaya konulmalı ki neyi gözleyeceğimiz bilinsin. Bacon ile başlattığımız ilk deneyciler çevreden topladıkları bilgileri biriktirerek bir genelleme elde etmek istiyorlardı, ki bu tutum indüksiyonun en basit şeklidir. Bir önerme ortaya konulduğunda da sıkıntılar hemen atlatılmamıştır. Anlam ve bilimsellik gibi, bu önermenin taşıyacağı bazı özellikler de karşımıza sorun olarak çıkabilir. Şöyle bir önerme örneği düşünelim: “Gökyüzünde cennet vardır”. Bu cümle de bir önermedir ve şimdi bir tümevarımla bu önermeyi deney ve gözleme tabi tutmayı deneyelim. Yapılamayacağı görülecektir. Çünkü bu önermenin sınanma, deney ve gözleme tabi tutulma olasılığı yoktur. İşte böyle durumlarda önermelerin anlam ve bilimsel olup olmama sorunu ortaya çıkar. Verdiğimiz “Gökyüzünde cennet vardır” önermesi bu nedenle anlamsız ve bilimsel olmayan bir önermedir. Önermenin bilimsel ve anlamlı olarak yapıldığını; deney ve gözlem verileriyle genellemeye gidildiğini düşünelim. Ancak bu durumda da indüksiyonun temel bir sorunu ortaya çıkar. Gözlemlere ait veriler bilgisi doğru olsa bile ulaştığımız genelleme yanlış olabilmektedir. Popper’in kullandığı, birinci bölümde de kullandığımız iyi bilinen örneği yineleyelim Tümevarımın en büyük sorunlarından birisi de tekil gözlem ve deney verilerinden doğrulama yaparak gidilen genellemelerin hatalı olmasıdır. “Bütün kuğular beyazdır” önermesini düşünelim. Bunu kanıtlamak için çok sayıda kuğuyu gözlemlemiş ve hepsinin beyaz olduğunu görmüş olmamız bu önermenin kesinliği anlamına gelmez. Çünkü dünyadaki tüm kuğuları teker teker gözleme olasılığımız olmadığı için bu genelleme kesin olmaktan uzaktır. Doğrulamanın bu sorunun farkında olan Recihenbach olasılık konusunu gündeme getirmiştir. “İndüktif çıkarım olasılık teorisinin inceleme konusudur; çünkü gözlemsel olgular bir teoriye ancak olasılık verir, ona kesinlik kazandırmaz”. (Recihenbach, 2000) Ne var ki, gündelik yaşama ait pratiklerde doğrulamanın olasılıkla birleşen mantığı dahil, pek çok şey kenara atılacak zemini kolayca bulur. Doğrulamadaki kolaylığın dayanılmaz bir cazibesi vardır. İnsanlar kafalarındaki önermeleri topluma dayatmak istediklerinde birkaç doğru sonuç bulmakta pek zorlanmazlar. Viyana çevresinin katı mantıksal pozitivizmi kısa bir süre sonra eleştirilmeye başlandı. Her önerme deney ve gözlemle sınanabilir önermeler grubunda yer almayabiliyordu. Örneğin bir önermeye her zaman doğru/yanlış yanıtı vermek mümkün değildi. İyi /kötü şeklinde de sonuçlar olabilirdi. Etik, estetik ve dinsel inançları olgusal olmadıkları için bir kenara itmek kolay değildi, doğru veya yanlış diye karar vermek haklı olmayabilirdi. Karl Popper Yirminci yüzyılın önde gelen düşünürlerinden Karl Popper bilginin asla bu şekilde elde edilemeyeceğini ileri sürerek tümevarımcılara karşı çıktı. Karl Popper çok sayıda kitap yazmış ama bunlardan özellikle ikisi ile (Bilimsel Araştırmanın Mantığı ve Açık Toplum Düşmanları) ün kazanmıştır. Bilimsel Araştırmanın Mantığı’nda Popper temel olarak bir bilginin kesin ve değişmez mutlak doğru olarak kabul edilip edilemeyeceğini tartışır. Bilimsel yasa olarak çeşitli deneylerle ortaya konulan şeyler mutlak değildir. Çünkü her an yanlışlanabilir ve yeni bir görüş ortaya çıkabilir. Bilimde doğrulama ilkesinin yerine yanlışlamanın geçerli olduğunu gösteren bu kuram 20. yüzyılda bilim felsefesine damgasını vurmuştur (Karl R. Popper, 2005). Popper açısından bir kuram sınanabilir olmalıdır, sınanabilirliği olmayan bir önerme bilimsel değildir. Viyana Okulunun etkin olduğu yıllarda pozitivist gibi algılanmış, ama kendisi buna çok ciddi karşı çıkmıştır. Doğa bilimleri alanındaki bu görüşlerini toplum bilimleri alanına yansıtan Popper siyasal alanda da etkiler yaratmıştır. Popper; insanlara kesin, mutlak, ideal mutluluklar vaat edenlerin kesin doğru olamayacağını, tüm görüşlerin kendilerinden üstün, daha iyi olanlarla yer değiştirme olasılığı olduğunu ileri sürdü. Gençlik yıllarında çok kısa süreyle komünist olan Popper kısa sürede bu görüşü terk etmiş ve daha sonraki çalışmalarında geleceğin“mutlak doğru ve mutluluk” vaat edicilerine karşı mücadele etmiştir. Marks’ın mezar kazıcısı olarak adlandırılmışsa da (Bryan Magee, 2000), Baudouin’in sözleriyle ifade ederek söylersek, “sık sık dile getirdiği sosyal demokrasiye ilgisi yalnızca kişisel veya tarihsel anılardan kaynaklanmamaktadır. Popper’in tavrı, Marxçı düşüncenin insancı boyutlarıyla tarihsici yönünü özenle birbirinden ayıran bilinçli ve seçici yorumdan da beslenmektedir (Jean Baudouin, 2003). Popper ne diyor? Popper’a göre bilim adamının görevi önermeler ya da önermeler dizgesi ileri sürmek ve bunları sistemli biçimde sınamaktır. Popper bu görüşüyle bilimde mutlak bir doğrunun onaylanıp bırakılmasını bilim adamı için kabul edilemez bulur ve sürekli bir sınama uğraşını zorunlu görür. Tümevarıma tüm gücüyle karşı çakar. Tümevarımda özelden genellemeye giderken yaşanan soruna karşı Reichenbach’ın ileri sürdüğü olasılıkçık çözüme katılmaz. Peki nasıl olacak? Popper bir kuramın önce akılda oluştuğunu belirtir. “Doğruluğu henüz savunulmamış ilk imge, idea, varsayım ve kuramsal dizgeden mantıksal olarak tümdengelimle vargılar üretilir. Bu vargılar kendi içlerinde ve diğer önermelerle, aralarında kurulan mantıksal ilişkilere göre karşılaştırılır … sınamanın bu son boyutu kuramın ileri sürdüğü yeni şeyin bilimsel deneylerde ya da teknik-pratik uygulamalarda, tutarlı olup olmadığını ortaya koyacaktır. …Bu (ve benzeri) vargıların geçerliliğine ilişkin karar pratik uygulamalar, deneyler vb. ışığında verilir. Karar olumlu ise, tekil yargılar benimsenir, doğrulanır ve böylece dizge, sınavı başarmış olur –dizgeyi yadsımak için bire gerekçemiz olmaz. Karar olumsuz ise vargılar yanlışlanır, vargıların tümdengelimsel olarak türetildiği dizge de böylece yanlışlanmış olur. “ Yanlışlamacı bilim felsefesi ve yöntemi, 20. Yüzyılın en önemli görüşlerinden birisi olmuştur. Ancak bu görüşün genel bir kabul gördüğü zannedilmesin. Örneğin, Kuhn bilimsel devrimlerin ancak ve ancak paradigma değişikleriyle ortaya çıkabileceğini savunurken; Popper’in yanlışlamacılığına da eleştiri getirmektedir. Kuhn’a göre, sınama işlemi de bir dizgenin parçası olması nedeniyle bilgiye, kurama yeni (devrimsel) bir katkıda bulunmaz, sadece bilginin birikmesine yol açar. Doğrulama yerine yanlışlama; Popper’in bilime katkısı ne oldu? Karl Popper’in tümevarıma ve doğrulamaya getirdiği eleştirilerin zihinsel geri planında mutlak doğru arayışlarına kesin karşı çıkışı yer alır. Gençlik yıllarında ideolojilere yakınlık duyan Popper’in kısa süre içinde kendisini mutlak doğru ve mutlak çözüm olarak gören her fikre karşı çıktığı görülecektir. Popper’in bilim felsefesiyle ilgili çalışmaları yanında toplumsal olanlara da ilgisi oldu. Eleştirerek akıl olarak bilinen ve bilime getirdiği yönteme benzer şekilde insanlığın sürekli hatalarından arınarak gelişmesi yönünde bir tutum geliştirdi. Popper eleştirel aklı insanlığın ilerlemesi için yöntem olarak benimser ve insanın her zaman yanılabileceğini savunur. Doğa bilimcinin sosyal bilimciden daha nesnel olduğuna karşı çıkar. Popper, ussal tartışma ile eleştirel sözcüklerini eşdeğer gördüğünü söyler. Popper savunduğu görüşlerde “ille de ben doğruyum” adına hareket etmemiştir. Bunca birikimine karşın tevazu içinde konuşur ve yazar. Bir anlamda, iletişimi sağlayan “söylemi” böyle yaratır, ve o iletişim kurulur. …. Akla sürekli ihtiyacımız var. Ancak akıl, 21. Yüzyılın başlarında doğanın ve insanlığın sömürülmesine ve küreselleşme söyleminin dayatmalarına araçsallaşmış durumda. Aklın araçsal kullanımı dolaysız olmayıp, o da başka araçlar üzerinden işlemektedir. Bu araçlar arasında 20. Yüzyılda öne çıkan şekliyle teknoloji önemli yer tutar. Akla baş eğmesi umulan teknoloji kendi yaratıcısını araçsallaştırabilecek midir? Eğer teknoloji insanı ve aklı, adeta bir geri beslemeyle, kullanabiliyorsa teknolojinin taraflı olması insanlığı zora sokabilecektir. Bu ve benzer bağlamlarda teknolojinin tarafsız olup olamayacağı çok tartışılmıştır. Sömürü, yoksulluk, eşitsizlik gibi olgular kendiliklerinden var olamayacağına göre, tartışma dönüp dolaşıp aynı yere gelmektedir, yani aklın nasıl kullanılacağı konusuna; dolayısıyla da bir sağduyuya. Sağduyu kimin sağ duyusu olacaktır? Eleştirel akıldan bahsederken konuyu getirmek istediğimiz nokta zaten işte tam burasıdır. Eğer insanlar sağduyu sözcüğüne iyi bir anlam yükleyip ona güveneceklerse, sağduyu, yanlışlardan uzak durabilmekle bağlantılı olabilmelidir. Toplumun sağduyusu bilimle iç içe, akılla yönlenen, ancak aklın araçsal olmayacağı bir sağduyu olmalıdır. Bilimin, bilim felsefesine ait yorumların laboratuarların veya araştırmaların dünyası dışına çıkması ve günlük yaşantıları etkilemesi söz konusu olmasaydı bilim felsefesi, bilimin yöntemleri vb. konulara girmek gerekli olmayabilirdi. Bilgiyi elde etme süreçlerine bakışımız siyasal tercihler ve ideolojilere yaklaşımlarda rol alır. Eğer doğruya en yakın bilginin elde edilebilme yöntemi hakkında tutarlı ve sağduyulu bir yaklaşımımız varsa ön kabullere dayanan yorumlar apaçık doğru, kendiliğinden doğru olmak gibi savları taşıyamayacaklardır. Bahsettiğimiz tehlikeye, yani dogmaya düşmek tehlikesine karşı en sağlam yöntem, sahip olunan ve doğruluğuna inanılan bilginin mutlak doğru değil, o an için en doğru (doğruya en yakın, henüz yanlışlanmamış olan) olduğuna inanılan bilgi olduğunu düşünmek olacaktır. KAYNAKLAR Bryan Magee, 2000, Felsefenin Öyküsü, Dost Kitabevi Yayınları. Francis bacon,1999, Novum Organum. Tabiatın Yorumu ve İnsan Alemi Hakkında Özlü Sözler, Doruk yayımcılık. Gencay Şaylan, 1999, Postmodernizm, İmge Kitabevi. Hans Recihenbach, 2000, Bilimsel felsefenin Doğuşu, Bilgi yayınevi. Jean Baudouin, 2003, Karl popper, İletişim Yayınları, 1. Bakı Karl R. Popper, 2005, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, Yapı Kredi Yayınları. Şafak Ural, 2006, Pozitivist Felsefe, Say Yayınları.