Divan Edebiyatı Beyanındadır, Gölpınarlı’nın en çok ses getiren kitabı oldu. 1945 yılında , İstanbul’da Maltepe Kitapevi tarafından yayımlanan kitap, klasik şiirimize (Divan Edebiyatı) getirdiği sert eleştiri nedeniyle üzerinde çok konuşulan bir eserdir; önemlidir. Gölpınarlı Farsçadan, tasavvufa, tarikatlara, mezheplere kadar engin bilgisiyle tanınan ve bu konularda sayısız eser vermiş çok değerli bir uzman olması nedeniyle bu kitapta dile getirilen görüşleri önemli olmuştur.
Kitap şaşırtıcı bir girişle başlar. Sırasıyla Fuzuli, Baki, Nefi, Naili, Nedim ve Şeyh Galib gibi ünlü şairlerden şiir örnekleri verilir ve hemen ardından da sırasıyla şu yorumlar eklenir:
“Belki güzel, fakat çevir bu yaprağı artık!”
“Şu yaprağı büsbütün çevir; bu, sana hiç bir şey söyliyemez”
“Der. Bırakalım; hiç, ama hiç ayılmasın !”
”Demiş. Varsın gitsin; o bilinmez diyara, o gidilince gelinmiyecek ülkeye gitsin de gelmesin!”
“Diye söylenmiş, incelikler göstermiş. Göstermiş ama ne o âlem kalmış, ne incelikleri! “
“Ve hayaller kurmuş, yeryüzüne bakmamış bile. Ama ne olmuş, demeseydi, o hayalleri kurmasaydı âlemde ne eksiklik olurdu ki?”
Sonra da kendi şiirinden örnek verir ve kendini eleştirir:
“”Fakat ne çıktı bundan, biz ne anladık, âlem ne anladı ?
Yeter, çevir bu yaprağı da, çevir ve bir daha açma artık!”
…
Sadece giriş sayfalarındaki bu sözler bile okuyucuyu yumruk yemiş gibi şaşırtmak için yeterlidir. Neler söylendiğinden daha çok insanı etkileyen durum, bu sözlerin Gölpınarlı tarafından yazılması olmuştur.
Gölpınarlı şunları yazıyor:
“Hâlâ bu dili kullananlar varsa kendileri söyliyecekler, kendileri dinliyecekler, az bir zaman sonra susacaklar, bu gök kubbede seslerinin aksi bile kalmıyacaktır.
Hâlâ bu yolda gezenler varsa bu hayâl ikliminde yapayalnız gezecekler, arkalarından gelen kimseyi de göremiyecekler, izleri bile silinecektir.”
Günümüzde hiçbir ulus tarafından kullanılmayan Osmanlıca, tıpkı Latince gibi, ölü diller kategorisindedir. Aslında Farsça ve Arapça karmaşası bir dil olan Osmanlıcaya gerçekten “dil” denilebilir mi, emin değilim.
Osmanlıca zaten konuşanı olmayan bir dil. “Hâlâ bu dili kullananlar varsa” sözü tümüyle anlamsız; çünkü kullanan yok. İdeolojik nedenlerle veya Osmanlı hayranlığı gibi tercihlerle bu dili kullanmak isteyenler olabilir, ama günümüzde bu konu tartışılmayacak derecede kapanıp gitmiştir. Osmanlıca günümüzde sadece bu konuda çalışan akademisyenlerin ilgi alanıdır ve böyle bir akademik alan, bu toprakların geçmişteki kültürüne ait önemli bir unsur olması bakımından da önemlidir.
Bahsi geçen şairler o tarihlerde yaşadılar, içinde yaşadıkları kültür ve dil buydu. Saray çevresinin şairleri (Kapıkulu) oldukları düşünülünce, yaşadıkları çıkar ilişkileri de bu dilde yazmalarını gerekli kılıyordu. Onları dil yönüyle eleştiremeyiz. Bu şairler sadece şiirleri ve şiir estetikleri bakımımdan yorumlanmalıdır.
Gölpınarlı bahsettiğimiz kitapta Tabiat ve Divan Edebiyatı başlığıyla 1. Bölümde şunları yazar:
Divan Edebiyatı Şairi, tabiatı, bizi güzellikleriyle hayran eden, şiddetleriyle ezen, yıkan tabiatı buğulu gözlerle görür; gördükten sonra gözlerini yumar ve gördüklerini kafasındaki mecazlar diline adapte eder de öyle yazar. Ve tabiîdir ki bu çeşit anlatılan tabiat, tabiilikten çıkmıştır. Divan Edebiyatının tabiatı, bir odanın ortasında düzülen, yahut küçük bir sahifeye bin bir renkle çizilen bir tabiattır. Meselâ Fuzûli’ye göre gece şudur «Yeni ay anahtarı, hazinesini açar, kâinat kadehini mücevherlerle doldurur. Felek testisi, güneş kaynağının suyunu gizler, katra katra yıldızları saçar. Akşam kızıllığiyle mavi renkli gök, lâle rengine boyanır, âdeta cam bir kadehten gül renkli şarabın görünüşüne döner.” (s19)
“Bu edebiyatın, söylemeye hacet var mı bilmem? Sonbaharı ve kışı da mecazlarla yapılma bir sonbahar, bir kıştır.” (s.22)
Bu satırların yazarı, Gölpınarlı’nın Fuzuli’nin bu satırlarını eleştirmesini anlayamıyor. Şair gördüklerini çok doğal olarak mecazlarla, sembollerle anlatabilir. Şair gördüğü gerçeği, maddesel gerçekliği aktarmak zorunda değildir. O, gördüklerini kendisinde yarattığı duygu ve düşünceleri kendi şiir anlayışına göre estetik olarak kaleme alır. Şair doğa ressamı veya fotoğrafçısı değildir. Şairi şair yapan önemli özelliklerden birisi de yaşadığı gerçekliğe ait duygularını farklı bir ifade ile aktarmasındaki yetenek, ve başarı değil midir?
Kitapta 2. Bölüm Divan Edebiyatında Aşk, 3. Bölüm Hayat bağlılığı ve Divan Edebiyatı vb. bölümlerle devam ediyor ve toplam 21 bölüm var.
Yirminci bölümde şu sözleri görüyoruz:
“Bugünün genç ve dinç sanatkârları, kelimelerin ve dilin ahengini bulmuşlar, şiirin söz söyleme sanatı olduğunu anlamışlar, hür bir eda ile vezin ve kafiye saltanatını yıkmışlardır. Onlar, ilhamlarını hakikattan ve hakikiden alıyorlar. Şiirlerinde engin bir dünya görüşü, şaşmaz, bir güzellik sevgisi, derin bir acıma ve esirgeme duygusu, yenilmez bir yaşama aşkı, serbest bir neşe, insani bir mertlik ve pürüzsüz bir halk ifadesi var. Onların, dünyayı gören gözlerinde ülkemizin her yanını görüyoruz, öyle şiirleri var ki sıcak somun kokuyor. öyle şiirleri var ki bize yağmurdan sonra duyduğumuz toprak kokusunu duyuruyor.”
Şairlerin ilhamlarını hakikatten almaları konusu başlı başına eleştiriyi hak eden bir ifade. Şair bilimsel inceleme yapan bir bilim insanı değildir ki. Neden illa ki hakikat olana bağlı kalsın. Kalır veya kalmaz, şiir tamamen özerk bir alandır. Şiiri çok özel yapan da bu değil mi?
…
Ben Gölpınarlı’nın kitabını kısaca paylaştım. Divan Edebiyatı üzerine okuyan ve düşünen herkes bu kitabı okumalı. Yeni baskısı yok, ama sahaflardan temin edilebilir.