Ben düşünen tüm insanları ilgilendiren en az bir felsefi sorun olduğuna inanıyorum. Bu da evrenbilim (kosmologie) sorunudur. Dünyayı –ve biz de bu dünyaya ait olduğumuzdan, bu bağlamda kendimizi ve bilgimizi- anlayabilme sorunudur”
Karl Popper
Mevcut bilginin doğru genellemeyi sağlamaya yeterli olmadığı hallerde bilimsel açıklama, yerini hayale bırakır.
Hans Reichenbach
Yirminci yüzyıl bir yandan ideolojiler, dünya savaşları, soğuk savaş gibi önemli olgu ve olayların bir yandan da bilim dünyasında önemli buluşların gerçekleştiği ve kuramsal tartışmaların yaşandığı bir dönem oldu. Bir tarafta Einstein’ın görelilik kuramı Newton’un mekanik yasalarına darbe vuruyor, diğer yanda quantum fiziği kafaları karıştırıyordu. Bilim felsefesi alanında da Viyana Çevresi ve mantıksal pozitivizm, yanlışlamacılık ve eleştirel akılcılığı ile Karl Popper ve bilimsel devrimlerin yapısına dair farklı görüşleriyle Thomas Kuhn gibi kişiler ve akımlar bilim felsefesinde ateşli tartışmalara öncülük ettiler.
1960’lardan itibaren kendini göstermeye başlayan yeni bir akım -Postmodernizm- modern bilime karşı sorgulamalarıyla dikkatleri çekti. Bu akım kendisi bir sistem ortaya koymaktan çok, modernizmi her alanda eleştirerek belirdi ve gelişti.
Postmodern düşünürlerin bilim ve bilgiye bakışları çok farklıydı ve modenizmin bilgi, bilim ve akıl süreçlerini yerden yere vurdular. Bilim karşıtlığına dönen bilim savaşları modernizme darbe vurdukça, açılan boşluğu hızla bilim karşıtlığı işgal etmeye başladı. Metafizikçilere ve bilimi kolay yoldan yürütmek isteyenlere adeta gün doğmuştu.
Fizik ötesi peşinde koşanlar için yirminci yüzyılda yakaladıkları diğer bir fırsat quantum fiziğininin ortaya koyduğu şaşırtıcı veriler oldu. Quantumu burada konu etmemizin nedeni günümüz fiziğinin çok önemli bir konusu olmakla kalmayıp çok çeşitli felsefi ve teolojik sorgulamalara yol açmasından dolayıdır. Çünkü quantum fiziğinde sağduyuya aykırı pek çok gözlem vardır. Bu sorgulamalar modern bilimi yorumlayışımızı etkileyici özellikler göstermektedir. Atom altı cisimlerin dünyasında belirsizlikler egemendir. Örneğin, bu dünyada madde, aynı anda birden fazla yerde bulunabilmekte, bir cismin hızını ve konumunu aynı anda tespit edememekteyiz; bu durum Heisenberg’in belirsizlikler ilkesidir. Belirsizlikler dünyası, fizik biliminin yerleşik, determinist düşüncelerini zedelemiş, uzay, evren, felsefe ve din konusundaki düşünceler de bundan etkilenmiştir.
Modernizmin ve modern bilimin eleştirisi sadece postmodernizmden gelmez. Semavi dinleri savunan kurumlar veya kişiler de modernizmi eleştirir. Dinler yönünden bakıldığında modern bilimin söylemleriyle tezat içinde olmaları son derece doğaldır. Modern dönemlerin bilgisi deney ve gözleme dayanırken, dinsel bilgi sezgiye dayanır. Dinsel kurumlar bu nedenle aydınlanma dönemi sonrasında, yüzyıllarca, kendilerine getirilen eleştirileri yanıtlamakta zorluk çekmişlerdi. Çünkü batının Orta Çağındaki dinsel kurumlar kendi iç tutarlılığı olan bir mekanizmaya sahipti.
“….. Orta Çağda bütün bir varlık ve bütün bir bilgi dünyası bir ‘mutlak varlık’ın, bir Tanrı’nın mevcut olduğu inancı doğrultusunda yeniden düzenlenmiştir. Tanrının varlığını ve bilgisini dışlayan bir varlık ve bilgi düşünülemez: Her şey, bu evren ve bu insanlar, ancak ve ancak Tanrı ile vardırlar ve Tanrıya bağlı olarak bilinebilirler” (Sevim Tekeli, 2001).
GEÇMİŞE BİR BAKIŞ
Bilgi kuramı ve bilim felsefesiyle uğraşanlar açısından ilk akla gelebilecek bazı kritik sorular arasında şunlar sıralanabilir:
1. Bilgi insan aklının mı, yoksa deney ve gözlemin mi ürünüdür?
2. Bilimsel olan ve olmayan sınırı nasıl çizilmelidir?
3. Bir önermenin gerçek veya gerçeğe yakın olabilmesi için uygulanacak ölçüt ve yöntem ne olmalıdır.
4. Doğa bilimleri ve sosyal bilimler aynı yöntem bilgini uygulayabilirler mi?
Bu ve benzeri sorular bilim dünyasının gündemine elbet yeni girmiyor. Önemli fikirler aydınlanma dönemi sonrasında ortaya çıkmış olsa da, biliyoruz ki, antik Yunan felsefecileri de benzer konulara kafa yormuşlardı.
Örnek verecek olursak: Platon’dan başlayan ve” idealizm” olarak adlandırılan düşünce okuluna göre bilgi insan aklının ürünüdür. Platon felsefeye “idea” kavramını katan kişidir. Platon’a göre esas gerçeklik duyular dünyasında değil idealar dünyasındadır. Maddi dünyaya ait algıladıklarımız, gördüklerimiz, deneyimlerimiz gerçek değildir. Platon’un yaşadığı dönemi düşünürsek henüz modern bilim kavramının en basit ve dolaysız gözlem geleneği bile yoktu. Dolaylı gözlemler, örneğin bir araç kullanarak gözlem yapmak ise hiç yoktu. Dolayısıyla Platon’un evreni anlama biçimi metafizik olmaya, bir bakıma zorunluydu.
Bilgi tarihinde Batının skolastik dönemi başlı başına ayrı bir özel kesittir. Çünkü o dönemde bilginin sınırlarının aşkın bir varlık tarafından çizildiği varsayılır. Yani tanrıbilimsel bir dönem söz konusudur. Bu varsayıma göre insan bilgisinin artması veya bilinmeyenlerin bilinen alana alınması söz konusu değildir. Birey edilgen konumda olup, aşkın varlığın izin verdiklerini şablonlar halinde belleğine almak dışında eylemsizdir.
Bilginin tanrı yetkesinde olduğu dönemlerin aşılması kolay olmadı. Örneğin gökyüzü biliminde İskenderiyeli (Yunan) gökbilimci Ptolemaios’un (İslam dünyasındaki adıyla Batlamyus) dünya merkezli kozmolojik sistemi M.S. ikinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla kadar egemen oldu.
Kilisenin, insan ve evren merkezli görüşü Hıristiyan görüşüyle birleştirmesi nedeniyle yüzyıllarca kimse bu sisteme dokunamadı. Sistemin sahibi olan kilise, engizisyon aracılığıyla otoritesini güvencede tutuyordu. Ta ki Kopernik, Keppler ve Galileo Galiei (1564-1642) gelene değin. Galileo sadece kilisenin yer merkezli görüşüne karşı savunduğu güneş merkezli sistem için değil, ama aynı zamanda düşünce özgürlüğüne de hizmet ederek insanlığa büyük katkı sağlamıştır. Kopernik, Kepler, Galileo bilim ve din ilişkisinde paradigma değişikliği yaratmış isimlerdir.
Aynı dönemlere denk gelen 16. yüzyıl Protestan reformlarının da bu gelişmelere olan katkısı unutulmamalıdır. Aynı dönemlerin insanları olarak Isaac Newton özellikle Principia (İlkeler) adlı eseri ve evrensel çekim yasasıyla, diğer tarafta Bacon da deney yöntemiyle modern bilimde öncülerdir. Bu isimleri ve daha pek çoğunu aydınlanma ve modernizm olarak bilinen uzun dönem izledi.
Bugünden geriye geçen kabaca dört yüzyıl modernizm dönemi olup şu anda sahip olunan uygarlığa damgasını vurmuştur. Modernizmin bilim açısından en büyük rolü bilimi insana bırakması, metafiziği bir kenara koymasıdır. Bilginin insan zihninde doğuştan var olduğu görüşü, deneyci ve gözlemcilerin temelde karşı çıktıkları, metafizik (fizik ötesi) buldukları bir inanıştır.
Descartes gibi düşünürler (aslında bir matematikçidir) rasyonalist (usçu) akıma öncülük etti. Descartes felsefe dünyasına damgasını şu sözleriyle vurmuştur: “Düşünüyorum öyleyse varım (cogito ergo sum)”.
Kant’ın çabası ise rasyonalizm ile deneyciliği (amprisizmi) bir araya getirmek yönünde oldu. Kant için bilginin kaynağı dış dünyadadır ve duyumlarımızla (ampirik yol) elde edilir, ama bunlar ham bilgilerdir ve insan aklı tarafından gerçek bilgi haline getirilir.
Yirminci yüzyılda bilgi kuramı çok güncel bir konu olmuştur. İlk amprisitler’in (John Locke, David Hume) ardılları diyebileceğimiz bir grup bilim insanı metafiziği bilimden ve felsefeden tümüyle silmek amacıyla yoğun bir çabaya giriştiler. Viyana Çevresi olarak bilinen bir grubun üyeleri mantıksal olgucu -neo pozitivist- bir bilimsel yöntem
yarattılar.
VİYANA ÇEVRESİ VE YENİ POZİTİVİZM
Bilimsel yöntemler arasında yer alan indüksiyonda (tümevarım) deney ve gözlemle elde edilen sonuçlardan genellemelere gidilir. Bu yöntemi İngiliz Francis Bacon tanımlamış ve bilimin gelişmesine damgasını vurmuştur.
Bacon’un deney ve gözlemciliği 19. yüzyılda pozitivizm olarak gelişmiş, doğa bilimleri yanında sosyal bilimlerde de uyugulanması yönünde görüşler ortaya atılmıştır.
Ancak daha sonraki yıllarda görüldü ki, sadece deney ve gözlem sonuçlarıyla bir önermeye kesin doğru denemez. Yani istediğiniz kadar deney ve gözlem yapın ve bunlar doğru olsun, bunlardan çıkaracağınız sonuç yanlış olabilir. Örneğin, ne kadar siyah karga gözlerseniz gözleyim “tüm kargalar siyahtır” önermesi kesinlikten yoksun kalmaya mahkumdur. Çünkü gözlem sayınızın, hiçbir zaman tüm kargaları içermesi mümkün olmayacaktır.
Yeni pozitivistler de zaten pozitivizme Bacon’un, sorunlu olan indüksiyonundan farklı bakmaktaydılar. Viyana Çevresi’nin önemli isimlerinden Reichenbach şöyle yazar:
“Modern bilimin dayandığı hipotetik-dedüktif metodun (açıklayıcı indüksiyon) içerdiği indüksiyon daha kartmaşık bir yapıda olup Bacon’un basit indüksiyonundan daha üstündür.” (H Reichenbach, 2000)
Kökleri eski olgucu (pozitivist) geleneğe dayanan yeni olgucular 20. yüzyılda ortaya çıktı. Viyana yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde çeşitli bilim alanlarından gelen kişilerin buluştuğu bir merkez olmuştu. Aralarında Çevre’nin kurucusu olan Moritz Schlick ile Carnap, Neurath, Gödel ve Hans Reichenbach gibi isimlerin yer aldığı Viyana Çevresi bilgi alanı olarak sadece olgular dünyasını gördü. Mantıksal görgücüğü (neo pozitivizm –yeni olguculuk) temsil ediyorlar ve bilimi fizikötesi (metafizik) saçmalıklardan temizlemeyi
hedefliyorlardı.
Viyana Çevresinin temelleri 19. yüzyılın deneyci (Ampirist) bilgi anlayışınına uzanır. Bilginin kaynağını deney ve gözleme dayalı olgular olarak kabul ederler. Ancak klasik pozitivizmden farklı olarak dil ve mantık alanları öne çıkar. Matematiksel mantığın felsefeye uygulanmasını
talep edilir.
Mantıksal amprisitlere göre anlamlı önermeler mantıkça ve gözlemle doğrulanabilir olanlardır. Bu görüşe göre, “doğrulanabilirlik” bir kuram için en önemli özellik olarak karşımıza çıkar. Yani bir ifadenin, görüşün veya yargının geçerli olarak kabul edilebilmesi, onun denetlenebilir, doğruluğu kanıtlanabilir, kısaca “doğrulanabilir” olmasına bağlıdır. Doğrulamaktan kastedilen de apaçık şekilde deney veya gözlem yapmak anlamına gelir (Şafak Ural, 2006).
Gözlem ve deney ile elde edilen amipirik verilerden genellemeye gidilirken de mantık ve olasılık önem kazanır ve yukarıda siyah karga ile verdiğimiz örnekte doğan eksiklik giderilmeye çalışılır. Yani belirli bir olasılık içinde genelleme yapıldığı belirtilir.
Mantıksal amprisizmde anlam ve anlamsızlık ayrımına da büyük önem verilir. Doğrulanabilir önermeler anlamlı önermelerdir. Doğrulanabilir olmayan şeyler anlamsızdır, yani metafiziktir. Metafizik önermeler ampirik olarak temellendirelemeyeceği için anlamsızdır.
Yirminci yüzyılın önde gelen düşünürlerinden Karl Popper ise bilginin asla bu şekilde elde edilemeyeceğini ileri sürerek tümevarımcılara ve yeni olguculara önemli eleştiriler getirdi. Karl Popper çok sayıda kitap yazmış ama bunlardan özellikle ikisi ile (Bilimsel Araştırmanın Mantığı ve Açık Toplum Düşmanları) ün kazanmıştır.
YANLIŞLAMA VE YANLIŞLANABİLİR OLMA
Popper’a göre “Bilim adamının görevi, önermeler ya da önermeler dizgesi ileri sürmek ve bunları sistemli biçimde sınamaktır. Popper deney ve gözlemlerle doğrulama yaparak tümervarımcı bir yoldan genelleme yapılamayacağı düşüncesindedir. Popper’a göre tümervarım bir efsanedir. “Bilimsel Araştırmanın Mantığı” (The Logic of Scientific Discovery) isimli kitabında temel olarak bir bilginin kesin ve değişmez mutlak doğru olarak kabul edilip edilemeyeceğini tartışır. Bilimsel yasa olarak çeşitli deneylerle ortaya konulan şeyler mutlak değildir. Çünkü her an yanlışlanabilir ve yeni bir görüş ortaya çıkabilir. Popper’in bu konuya verdiği basit ve etkileyici bir örnek vardır.
“Bütün kuğular beyazdır” önermesini düşünelim. Bunu kanıtlamak için çok sayıda kuğuyu gözlemlemiş ve hepsinin beyaz olduğunu görmüş olmamız bu önermenin kesinliği anlamına gelmez. Dünyadaki tüm kuğuları teker teker gözleme olasılığımız olmadığı için kesin değildir. Ama tek bir siyah kuğu gördüğümüz anda iş biter ve önerme yanlışlanmış olur. Bilimde doğrulama ilkesinin yerine yanlışlamanın geçerli olduğunu öne süren bu kuram 20. yüzyılda bilim felsefesine damgasını vurmuştur (Karl R. Popper, 2005).
Popper’in çok üzerinde durduğu bir konu da ayırım ölçütüdür. Bir önermenin bilimsel veya bilim dışı kabul edilmesi için bir sınır olmalıdır. Popper açısından bir kuram sınanabilir olmalıdır, sınanabilirliği olmayan bir önerme bilimsel değildir.
Popper Viyana Çevresinin etkin olduğu yıllarda pozitifivist gibi algılanmış, ama kendisi buna çok ciddi karşı
çıkmıştır.
Doğa bilimleri alanındaki bu görüşlerini toplum bilimleri alanına yansıtan Popper siyasal alanda da etkiler yaratmıştır. Popper insanlara kesin, mutlak, ideal mutluluklar vaat edenlerin kesin doğru olamayacağını, tüm görüşlerin kendilerinden üstün, daha iyi olanlarla yer değiştirme olasılığı olduğunu ileri sürdü. Gençlik yıllarında çok kısa süreyle komünist olan Popper kısa sürede bu görüşü terk etmiş ve daha sonraki çalışmalarında geleceğin “mutlak doğru ve mutluluk” vaat edicilerine karşı mücadele etmiştir. Marks’ın mezar kazıcısı olarak adlandırılmışsa da (Bryan Magee, 2000), Baudouin’in sözleriyle ifade ederek söylersek, “sık sık dile getirdiği sosyal demokrasiye ilgisi yalnızca kişisel veya tarihsel anılardan kaynaklanmamaktadır. Popper’in tavrı, Marxçı düşüncenin insancı boyutlarıyla tarihsici yönünü özenle birbirinden ayıran bilinçli ve seçici yorumdan da beslenmektedir (Jean Baudouin, 2003).
Postmodernizm
1960’lardan itibaren bir başka akım kendini göstermeye başladı: Postmodernizm. Bu akım, kendisi bir sistem ortaya koymaktan çok modernizmi her alanda eleştirerek belirdi ve gelişti.
Postmodernizmi tam tanımlamak kolay değil. Yalın bir giriş olması için şunu yazalım. Bağımsız bir felsefe sistemi olmanın ötesinde yer alan, bu iddiaya soyunmayan, modernizmi eleştiren akımdır. Postmodernizm modernizmden başlı başına radikal bir kopuş mudur, modernizmin devamı mıdır? Bu tartışmalar bu makalenin amacı dışına çıkacağı için ayrıntıya girmeyeceğiz. Ancak soru, her iki yönüyle de, evet ve hayır yanıtlarına açıktır.
Bazı durumlarda pozitivizm gibi modern dönemin, bilgiyi ve bilimi metafizikten ayıran en önemli yaklaşımlarından birisine yüklenişiyle modernizmden radikal kopma eğilimi gösterir ve modernizmin devamı gibi yorumlanmaya uygun değildir..
“19. yy’ın ekonomik formasyonu “sanayi toplumu”, kültürel formasyonu da “modernizm”di. 20. yüzyılın sonunda ekonomik formasyon “bilgi toplumu”, kültürel formasyon da “postmodernizm”dir.”.
“Bir tarafta “gerçekliği” temel alan bilim, diğer tarafta “göreceliği” ve “öznelliği” temel alan postmodern akım. Ancak buradaki görecelik ve öznellik yemekteki, giyimdeki ya da renkteki görecelik ve öznellik değil, bilim dahil, toplumsal yaşamın bütün alanını kapsayan bir görecelilik (rölativizm) söz konusudur.
Fransız devrimi’yle başlayan “katı olan her şeyin buharlaşması” süreci postmodernizmle zirveye ulaşmıştır. Bu gelişme Heidegger’e göre “dünyanın gece çağı”dır. Foucault’ya göre “insanoğlunun ölümü”, Adorno’ya göre ise “öznenin sonu”dur. Bilimin referans olmaktan çıktığı postmodern kültürlerde bilimin varlığı da sorgulanmakta ve iktidara araçsallaşmaktadır” (Behçet Batur).
Postmodernizmden ve bilime yaklaşımından konu açınca, tam da Alan Sokal olayından bahsetmenin yeridir.
ALAN SOKAL OLAYI
Girişte dile getirdiğimiz gibi bilime ve bilimsel bilgiye yönelik eleştirilerin bilimsel camiada bilimselliği bir kenara alma, laçkalık, anlamsızlaştırma gibi durumlara yol açmakta olduğunu düşünen bir bilim adamı olan Alan Sokal bilim tarihine geçen bir olay gerçekleştirdi. Zekice bir plan hazırladı ve uygulamaya soktu. Bilim tarihine “Alan Sokal olayı” olarak geçen şey şöyle gelişti.
Social Text postmodern görüşleri savunan yazılarıyla bilinen saygın bir Amerikan dergisidir. 1994 yılında bu dergiye Alan D. Sokal imzalı bir makale gelir. Dergi editörlerinden Bruce Robbins ve Andrew Ross makaleyi inceler ve yayımlamayı kabul ederler.
“Transgressing the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity (Sınırların Aşımı: Kuantum Yerçekiminin Dönüştürücü Bir Tanımına Doğru)” isimli makale Social Text’te yayımlanır.
Makale bir yandan postmodern bilim karşıtı söylemlere zemin hazırlayıcı içeriğiyle, diğer yandan da postmodern kişilerin makalelerine ve dergi editörlerinin yazılarına yaptığı atıflarla doludur. Ama kimse başlangıçta bunlara dikkat etmez.
Aradan kısa bir süre geçer ve Alan Sokal imzasıyla “A Physicist Experiments with Cultural Studies (Bir Fizikçi Kültürel Çalışmaları Sınıyor)” isimli bir makale yayımlanır ve bomba patlar. Sokal, bu yazısında bir skandalı açıklamaktadır; Social Text’e yolladığı makalenin saçmalıklarla dolu olduğunu, gösterilen kaynakların bile konuyla ilgili olmadığını ve bu işi kasten yaptığını itiraf eder.
Sokal’ın verdiği ders elbette etkilidir, ama bilim karşıtlarına, bilimi metafizikle bulandırmaya, fizikteki bazı yenilikleri çarpıtmaya kalkanlar günümüzde çok yol aldılar. Modern fizikteki yeni kavramların klasik Newton fiziğinde açtığı gediklerden içeri, metafizik ve dinsel görüşleri sokma gayreti var.
Fizikteki yeni gelişmeler ve buluşlar Newton fiziğinin getirdiği en temel kavramı, mutlak madde kavramını ortadan kaldırmıştır. Eski fiziğin destekçileri, maddenin tek ve gerçek varlık olduğuna inanan materyalistler, kuantum fiziğinin getirdiği ‘maddesizlik’ gerçeği karşısında gerçek bir bocalama yaşamışlardır.
“Artık tüm fizik yasalarını metafizik içinde aramak zorundadırlar” diyenlere bir bilim insanı şöyle yanıt veriyor:
“Daha 1905 yılından beri, yani Einstein E=mc2 denklemiyle kütlenin enerjiye dönüşebileceğini gösterdiğinden beri, bilim adamları maddenin mutlak olduğuna inanmıyorlar, madde ve enerji birbirine dönüşebiliyor. Keza, 1926 yılından beri, kuantum teorisiyle madde ile dalga arasındaki duvar da kalkmıştır. Yani, “maddenin tek ve gerçek varlık olduğuna inanan” kimse yok. Bu kadar kaba bir çarpıtma olur mu, bunlar hâlâ 19. yüzyılda mı yaşıyorlar?
Ayrıca, tüm bu modern yaklaşımlar, yine fizik bilimi içinde kalarak devam etmekte, deneyle doğrulandıktan sonra kabul edilmektedir. O halde, “Artık tüm fizik yasalarını metafizik içinde aramak zorundadırlar,” ifadesi de ne oluyor?
Aslında bunun tamamen tersi bir durum söz konusu: Eskiden metafizik konusu olan pek çok soru, günümüzde modern fiziğin ilgi alanına girmiş durumda. Mesela, “Kütlenin kaynağı nedir?” sorusuna artık kuantum alanlar teorisi cevap verebiliyor: Kütlesi sıfır olan kuarklar ve gluonlardan yola çıkarak proton veya nötronun nasıl kütle kazandığını açıklayabilen teorimiz var. (Karaoğlu, 2009)
BİLİMSEL DEVRİMLERİN YAPISI
Bilim dünyasına çok farklı bir yorum Thomas Kuhn tarafından getirildi. “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” (The Structure of Scientific Revolutions) adlı kitabı kısa sürede bilim ve felsefe dünyasının temel yapıtları arasındaki yerini aldı.
Kuhn bilimsel ilerlemenin, araştırma sonuçlarının birikmesiyle olmadığını ileri sürer. Bilim insnaları mevcut düşünce sistemi ve mevcut kuramlar içinde olağan bilim yaparlar. Ne zaman ki bu durum kendi biriken sorunlarını yepyeni bir kulvara çekecek değişim içine girer, yani sıçrama yapar, işte bilimsel devrim o zaman gerçekleşir.
Kuhn olgucuları ve olguculuktan kurtulmuş olmadığını söylediği Popper’i eleştirir.
Kuhn’a göre bilimsel bilgiyi sağlamak için yapılan gözlem ve deneyler mevcut kuramın etkisi altındadır. Kuramdan bağımsız nesnel gözlem ve deney yapmanın olanaksızlığını dile getirir. Bu nedenle de belirli bir düşünce sisteminin (kendi deyimiyle paradigmanın) etkisi dışına çıkacak apayrı bir kuram ve deney düzeneği olmadıkça olağanüstü bir bilimsel başarı, devrim olmaz. Newton fiziğinden Einstein fiziğine geçiş böyle bir paradigma değişikliğidir. Bilimsel ilerleme ancak ve ancak paradigma değişimleriyle ortaya çıkar.
Kuhn görecelikçi olmakla eleştirilmiş olsa da paradigmaların kuramdan deney düzeneğine dahil etkileriyle ilgili görüşleri bilim felsefesinde önemli yer bulmuştur.
SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEMBİLİM
Doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin aynı metodolojiyi kullanıp kullanmayacakları konusu bilim felsefesinde çok tartışılmış ve halâ da tartışılmaktadır. Bilimsel metodoloji çalışmaları sıklıkla doğa bilimlerini ve özellikle de fizik bilimini örnek almaktadır. Oysa insanlık için doğa yasaları kadar sosyal bilimlerin sonuçlarının da güvenilir olması beklenir ve sağlam metodolojilere gereksinim duyulur.
Doğa bilimlerinin sosyal bilimlere göre aralarındaki önemli farklardan birisi araştırma yöntemlerine aittir. Örneğin fizik, kimya, sağlık bilimleri kontrollü ortamlarda laboratuvar deneyleri yaparlar ve olgulara uğraşırlar. Ancak insan bilimlerinde kontrollü laboratuvar deneyleri yoktur. Örneğin iktisat matematiksel verileri analiz ederken böyle bir yöntemi kullanabilir, ama iktisat matematikten başka bir şeydir.
Bilim felsefesi bağlamında metodolojiyi konuşurken kastedilen şey kuramların kabul edilmesi ya da edilmemesi için nasıl davranılacağı konusudur. Araştırma yöntemi ise bilimin eylem alanı olup metodolojiden başka bir şeydir. Bir bilim disiplini öne sürdüğü bir hipotezini laboratuvar testleriyle sınayabilir, diğeri insanlar üzerinde alan çalışması yapabilir. Bu bakımdan birbirleriyle ayrılacakları açıktır. Ancak çalışmalarının amacı, kabul ettikleri metodoloji doğrultusunda, örneğin doğrulama, yanlışlama ya da hipotetik dedüksiyon gibi başka bir yöntemle genellemeye gitmektir.
Bu tartışmalar doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin benzer mantığı kullanabilecekleri metodolojik teklik (metodolojik monizm) ya da her sosyal bilimin ayrı metodoloji kullanması gibi metodolojik çoğulculuk görüşlere de yol açabilmiştir. Her bir bilim disiplini içinde de doğal olarak farklı metodolojileri savunan görüşler vardır. Bu yaklaşımın hangi kuramın hangi durumda dışlanacağına sınır koymakta yaratacağı sorun ise başlı başına kendisi bir sıkıntıdır.
Metodoloji sorunu, işin pratik yönüyle, o bilim disiplin dışında yaşayan insanları yakın ilgilendirebilmektedir. Örneğin doğa bilimlerinde sık sık krizler yaşanmaz. Fizik bilimi bir bunalımdan diğerine savrulmuyor. Ya da tıp bilimi önerme ve uygulamalarında ağır krizlere girmiyor, kitlesel tıp krizleri, hatalara dayalı insan kayıpları yaşanmıyor.
Ancak sosyal bilimlerde, özellikle iktisat alanında, durum epeyce farklı. Bitmek bilmeyen ekonomik krizler, yoksulluğun önlenememesi, alınan ekonomik kararların pek çok durumda başarısız olmasının önüne bir türlü geçilemiyor. Bu nedenle pozitif iktisat bir yana, normatif / kural koyucu yanları itibariyle iktisat sıradan yurttaşı yakından ilgilendiren bir disiplindir.
Durum böyle olunca da şu soru kendiliğinden ortaya çıkıyor? İktisat bilimi metodolojisinde gerçekten ampirik veriler kullanılıyor mu? Sınanıp çürütülüyorlar mı? Yoksa kendi rasyonel önermelerine klasik tümevarımcı, doğrulamacı davranışla mantıksal bir olasılıkçı sonuç mu aranıyor?
Mark Blaug, İktisatta Yöntem isimli kitabında iktisat kuramlarından örnekler vererek bu kuramlara ait metodolojik sorunları ve dolayısıyla bu örneklerden hareketle, iktisada ait önemli sorunlarını anlatır. Bu kitabı metodolojiye ilgi duyan genel okurlara ve tüm iktisatçılara öneririm.
Kitapta yönteme ait bilim felsefesinin önemli genel bilgilileri aktarıldıktan sonra bazı iktisat kuramları yöntem açısından masaya yatırılıyor. İktisat bilimi adına bazı önemli saptamalar var. Şöyle diyor Blaug:
“iktisat kuramı üzerine yazılan hemen her ders kitabının ilk bölümünde anlatılan ekonomi metodolojisi bilgilerinde yanlış olan bir şey yoktur; yanlış olan şey ekonomistlerin kendi tavsiyelerine uymamalarıdır.”
Blaug, Modern Ekonominin Bunalımı başlığı altında da şöyle diyor: “benim kendi inancım, tersine, modern ekonominin ana zayıflığının gerçekte açık biçimde çürütülebilir sonuçlar doğuran kuramları üretme isteksizliği ve bunun sonucu olarak da sonuçları olgularla karşı karşıya getirmek için genel bir isteksizliktir.”
“ekonomistlerin yoğun olarak ampirik araştırma yaptıklarından emin misiniz? Açıkçası yapmıyorlar… modern ekonomistlerin hepsi sınanabilir önermeleri çürütmeyi denemek yerine sıklıkla gerçek dünyanın kendi öngörülerine uyduğunu göstermekten tatmin olmaktadır; böylelikle daha zor olan yanlışlama yerine daha kolay olan doğrulamayı koyuyorlar”
Bu görüşler genelde sosyal bilimler özelde iktisat metodolojisi ve iktisat biliminin bugünü ve geleceğine ait ağır eleştiriler içeriyor. Öyle büyük sorunlar var ki, konu hem genel anlamda bilim felsefesiyle uğraşanların hem de iktisatçıların üzerinde durmasını fazlasıyla hak ediyor.
…
Bilimde bir önermenin ortaya konuluşundan itibaren sorunlar başlıyor. Bu önerme ister elimizdeki matematik modellemelerle tamamen zihnimizde geliştirdiğimiz bir fizik kuramı ya da bazı iktisadi sorunlara çözüm olacağını düşündüğümüz bir kuram olsun, olgulara karşılık gelip gelmediğini görmemiz gerekiyor. Metodoloji tartışmalarının özünde de işte karmaşanın başladığı ve sürdüğü yerler buralardır. Kimisine göre mevcut kuramı deneylerle doğrulamamız, kimilerine göre yanlışlamamız gerekiyor.
Ne yapacağız sorusuna yanıt vermek böyle bir metodoloji yazısının haddini çok aşar. Metodoloji tercihleri bireysel olmayı sürdürecektir elbet, ama bu, görecelilik çukurunda kaybolmaya yol açmamalıdır. “bir kez bilgi edinmede olgusal gözlem yöntem olarak bir kenara itildi mi mistisizme geçiş son derece kolaylaşır” (Reichenbach, 2000).
Kaynaklar:
Adnan Ömerustaoğlu, Bilgi Kuramı, Karl popper’in Eleştirel Akılcılığı Üzerine, Araştırma Yayınları,
1. Basım, 2004, Ankara.
Behçet Batur, Postmodernizm ve Postendüstriyalizmin Gölgesinde Toplum ve Bilim, çevrimiçi elektronik adres: http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=180 (Erişim tarihi: 20.03.09)
Bekir Karaoğlu, Bilim ve Ütopya Dergisi, 2009.
Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, Remzi Kitabevi, 7. Basım, 2000, İstanbul.
Gencay Şaylan, Postmodernizm, İmge Kitabevi, 1. Baskı, 1999, Ankara.
Hans Recihenbach, Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Bilgi yayınevi, 2000, Ankara.
Jean Baudouin, Karl Popper, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2003, İstanbul.
Karl R. Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, 2005, İstanbul.
Mark Blaug, İktisatta Yöntem, Eflatun Yayınevi, 1. Baskı, 2009, Ankara.
Sevim Tekeli, Esin Kahya, Melek Dorsay ve ark., Bilim Tarihine Giriş, 3. Baskı, Nobel Yayın Dağıtım, 2001, Ankara.
Şafak Ural, Pozitivist Felsefe, Say Yayınları, 2006, istanbul.
Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Alan Yayıncılık, 6. Baskı, 2003, İstanbul.
Tom Bottomore, Frankfurt Okulu, s. 13-4, 1989. Aktaran: Besim F. Dellaoğlu, Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum, Say Yayınları, s.41, 4. Baskı, İstanbul, 2007.
Bryan Magee, Felsefenin Öyküsü, Dost Kitabevi Yayınları, 2000.